2 Ekim 2010 Cumartesi

kayıp

teoman - istanbul'da sonbahar

Galatasaray Lisesi'nin yanından aşağı doğru salayım kendimi. Kış olsun yine, inatla giydiğim elbisemin altında bacaklarım titresin. Nejat İşler'in dükkanının önünden geçerken Genel Ahlaksız'la yaptığımız bütün Nejat İşler geyikleri gelsin aklıma güleyim. Hani biraz aşağıda bir bar var, insanlar içine sığmaz dışına taşar o barın, onu geçeyim ilk sola döneyim. Fransız Sokağı'nın merdivenlerinden hoplaya zıplaya ineyim, sanki mutlu ve neşeliymişim gibi. Fransız Sokağı'ndaki o evlerden birinde oturmanın ne kadar gürültülü bir şey olabileceğini hayal etmeye çalışayım.

Fransız Sokağı'ndan sonra sola dön. Marketi geç, işte o bina. Şifreyle açılan tanıdığım tek kapı. Merdivenleri tırman, deli komşu kadının bir üstündeki daire.

O loş evimi özlüyorum ben bugün. O evde yalnız kaldığım tüm zamanları. İnsanların o eve dolduğu geceleri. İstemediğim birilerinin evime geldiği ve istediğim birilerinin evime gelmediği akşamları. Gülmekten çatladığımız gecelerde kalorifer demirlerine vuran komşuları. Her ay başı kirayı nasıl ödeyeceğiz diye götümüzün tutuşmasını. Eve gelen insanlara "lan ekmekle kola da alın gelirken gözünüzü seveyim" demeyi. Canım sıkılınca İstiklal'e çıkıp kafamda hüzünlü klipler çekmeyi. İstanbul'un her hayali kurma imkanı veren karmaşasını.

Yüryebileceğim tek bir caddesi, ne kadar kaçsam aynı yola varacak sokakları olan bu şehirden bütün karışıklığı, gürültüsü ve zorluklarıyla beni sıkıştırabilecek İstanbul'da yorulabileceğimden çok daha fazla yoruldum ben.

15 Eylül 2010 Çarşamba

geçer

sakin - ikarus başarsa

Perihan Mağden başlığını unuttuğum bir yazısında başarı ile sabit olmak arasında bir bağ kuruyordu. Başarılı olabilmek tekdüzeliği gerektiriyor zira. Bir işte kariyerin olmasını istiyorsan o işi senelerce aynı ofiste bir gün olsun sektirmeden yapman lazım. Her gün aynı saatte kalkılacak, yatılacak, yemek yenilecek, sağlığa dikkat edilecek... "Lan ben biraz bırakayım bir gezinip geleyim" diyemezsin. Döndüğünde hiçbir şeyi aynı bulamazsın çünkü.

Ben bundan bahsetmeyecektim bir saniye.. Ben size saçlarımdan bahsedecektim.. Ne kadar zorluyorum kendimi bir bilseniz; saçlarımı kestirmemek için, boyatmamak için. Bu işten, evden, şehirden, dünyadan; yaşadığım bütün bu hayattan kaçıp gitmemek için ne kadar zoluyorum. Ve işin kötüsü, başarılı olmak gibi bir amacım da yok. Sırf hayatta kalmak için sıkışıp kaldığım bombok hayatım. Aylardır her şeyi sabitledim. Aynı işe aynı saatte gidiyorum, her gece aynı evde uykuya dalıyorum, saçımın rengi aynı, görüştüğüm insanlar, gittiğim yerler... Her şey sabit.

"Öldürücü Tekdüze"

O kadar yorgunum ki hayatımı yaşamaktan, uyumadan önce hayal bile kuramıyorum artık. Kafamı yastığa koyduğum anda uyuyakalıyorum. Belki hayal kurabilsem kaçıp gideceğim. Başka güzel bir ülkenin hayalini bir an olsun kurabilsem, hiç çekinmeden yıkıp gideceğim.

Bugüne kadar yıktıklarımı yeniden kurabilmek için her şeyi sabitledim ben aylar önce. En boktan sahneye geldiğimde durdurdum hayatımı. Şimdi aynı kötü görüntüye bakıp duruyorum.

Her şey kafasının dikine gidenleri yola getirmek için planlanmış sanki. "Tamam sizin olsun mutlu hayatlarınız, kariyerleriniz, beyaz mobilyalı evleriniz" diyemiyorsun. Rahatça başarısız bile olamıyorsun. Kakıyorlar kafana kişisel gelişim tırıvırılarını! Ferrarisini Satan Bilge olman için önce o Ferrari'yi satın alabilmen gerekiyor.

Saçlarımı en son ne zaman taradığımı hatırlamıyorum. Her gün eve gelip, tadını tuzunu alamadığım yemekleri yiyorum. Uyuyorum, uyanıp saçlarımı topluyorum ve çıkıyorum. Sırf sussunlar biraz olsun diye. Sırf karışmasınlar diye. Alın size aylardır aynı işte çalıştığım, sağlıklı beslendiğim, dağıtıp dökmediğim bombok hayatım! Yeter ki beni biraz olsun rahat bırakın.

Bokun dibine vurduğumda;

"birden susarsa bütün yenilgiler,
tekil hayatlar da bir gün devrim yapar ya."

31 Temmuz 2010 Cumartesi

ses

redd - falan filan

Bugün bir arkadaşımla konuşuyoruz, bana bir çırpıda gelecek on senede neler yapacağını nerelerde olacağını anlattı. Kalkıp Avustralya'ya gittiği gibi bana anlattığı diğer yerlere de gidecek, söylediklerini yapacak. Ne onun ne de benim bundan şüphemiz var.

Benimse üç ay sonra ne yapacağım bile net değil. Hedeflerim, planlarım, listelerim yok. Genişçe bir iç sıkıntım var sadece. Ne yaparsam yapayım içimden gitmeyen...

Bu akşam iki metrelik bir alanda turlar atıp dururken sordum kendime "ne olsaydı şu an içim sıkılmazdı" diye. Bir cevabım yok. İşler iyi gidiyor sıkılıyorum, kötü gidiyor daha beter sıkılıyorum. Bir şeyleri yapmayı "becermiş" olsam bu beni "başarılı bir içi sıkılan insan" yapacak.

Küçükken geldiğimiz tatil beldesindeyim. Küçükken yazları buraya gelmeyi iple çekerdim. Gelirdim denize girerdim, güneşte yanardım, çikolata yerdim, mutlu olurdum. Yine denize gidiyorum, güneşte uzanıyorum, çikolatanın da en pahalısını alıyorum ama hiç mutlu olamıyorum. Sahile can sıkıntımı götürüyorum, can sıkıntımı biraz güneşe tutuyorum, can sıkıntısından şişmiş içim çikolatayı almıyor bile.

Her seferinde "bu kez hiçbir şey düşünmeden denizini güneşin, çikolatanın tadını çıkaracağım" diyorum. Her seferinde durduğum yerde daralıp koşa koşa evime dönüyorum, evde sıkılmak daha kolay.

Diyorlar ki insan kendisinden sıkılırsa kendisini geliştirirmiş daha iyi, başarılı bir birey olurmuş. İçimdeki sıkıntı gitmeyecekse bir şeyler başarmanın anlamı ne?

Ve daha kötüsü da var. Bütün bunların düzelmeyeceğini bile bile, neden? Neden yaşanır, yemek yenilir, çalışılır, tatile gidilir? Zavallı mutluluk halüsinasyonları görmek için değer mi?

Bilemiyorum. Sıkılıp gidiyorum...

25 Temmuz 2010 Pazar

"herkes kendi mezarına girecek"

mor ve ötesi - hayat

Geçen yıl Ramazan ayında kantinde bi' yandan yeşil mercimekli bulgur pilavımı yerken bi' yandan da kantinci amcayla konuşuyorum. İşte oruçtan falan bahsediyoruz. Gece kimse sahura inmemiş, sadece bir odanın ışığı yanmış 4 gibi onu falan anlatıyor. (Tabii ben burda kısmen dehşete düşmedim değil, adam baya bildiğin incelemiş kimin kalkıp kimin kalkmadığını.)

Her neyse dedi ki işte konuşmanın gidişatı içinde "herkesin kendi bileceği iş, herkes kendi mezarına girecek."

Düşündüm de, gerçekten durumu bu açıdan incelersek, hepimiz sonuç itibariyle kendi kendimizle başbaşa kalacağız. Yani nasıl desem, bu sadece günah sevap ekseninde değil. Hani mesela bazen sosyal hayatı kafaya takıyoruz, ne bileyim derstir, okuldur, kariyerdir, carttur curttur. Hepsini geçtiğinde sen kendinden memnunsan, kendinle mutluysan gerisinin ne önemi var?

Hepimiz kendi mezarlarımızda yaşıyoruz zaten. Kimimize her yer cennet, kimimiz sürekli kabir azabında. Ölmeye de gerek yok yani.

Ne bileyim böyle şeyler geçti aklımdan yeşil mercimekleri incelerken...

21 Temmuz 2010 Çarşamba

kayısı

sakin - bu defa

Birinin oradan geçerken tesadüfen attığı bir kayısı çekirdeğinden tesadüfen büyümüş bir kayısı ağacı gibiyim. Burada bulunmamın özel bir nedeni yok. Burada bulunmamı özellikle isteyen biri/leri de yok.

Büyüyüp dallanıyor budaklanıyorum. Zaman geçiyor; kışlar, yazlar, baharlar... Üzerime kar yağıyor, yağmur yağıyor, güneş doğuyor. Kimse meyvelerimi toplayıp evine götürmüyor, reçel yapmıyor, çocuklar dallarıma tırmanmıyor, uzanıp gölgemde dinlenmiyor. Yapayalnız bir kayısı ağacıyım ben. O kadar uzağım ki bütün bunlardan, ne işe yarayabileceğimi ben bile bilmiyorum. Meyvelerim dallarımda çürüyor, zaman sürekli geçiyor ve kar yağıyor.

Kocaman bir dünyadaki işlevsiz bir kayısı ağacıyım ben. Ve o koca dünya ben fotosentez yapsam da yapmasam da dönüp duruyor.

16 Temmuz 2010 Cuma

düşmez

tnk - yine yazı bekleriz

"Sürekli kaçıyorsun" demişti bir arkadaşım bir gün. Evet kaçtım. İşime gelmeyen her şeyi görmezden geldim, dayanamayacağım derecede burnuma kadar geldiklerindeyse kaçtım. Arkamda yıkık dökük hayatımı bırakıp. Bir sürü başka hayatım var benim. Kimse bilmiyor hepsini. Bazılarını ben bile unuttum. Her seferinde inandım bu kez yepyeni en güzel hayatımı kuracağıma. Her seferinde de battım dibine. Hepimiz çok kariyerli çok CEO olmak için gelmedik ya bu hayata! Benim en iyi yaptığım şey de bir boku düzgünce yapamamak olsun. Olsun varsın.

Korkuyorum bir gün kaybedeceğim diye bugünkü korkularımı. Bir yerlerde sabit kalmaktan korkuyorum. Bir adama, bir çocuğa, bir işe sabitlenip kalmaktan korkuyorum. Hareket alanımı kısıtlayacak hiçbir şeyi istemiyorum. Bir adam bana çok aşık olmasın mesela, bana çok aşık olan bir adamı terk edip gidemem ben. Olmasın benim bir çocuğum, beni terk etti annem ve babam. Ben bir çocuğu terk edip ona aynı acıyı yaşatmak istemiyorum. Çok param olmasın benim, o çok parayı kazanabilmek için bir yerlerde sıkışıp kalmak istemiyorum. Sorumluluktan kaçmak mı diyeceksiniz buna, kaçıyorum evet. İzninizle sizin çizdiğiniz çok sorumluluklu hayatı yaşamak istemiyorum.

Kalbimi parçalıyor sahip olamayacağım o sevgili eş, o güzel çocuklar, o büyük pencereli huzurlu ev. Kaçıyorum, bütün bunları kurup bir gün kendi ellerimle hepsini parçalamaktan.

Hayatlarımı terk ederken geride bıraktığım her bir küçük şeyi özledim ben. Herkesi, nefret ettiklerimi bile. Nefret ettiklerimden nefret etmeyi bile özledim.

Her şey bir gün biter. Ben onlar bitmeden, onlardan hızlı davranıp, onları bitirmeye çalışıyorum.

Başlamadan bitecek bütün hayatım.

Öldüğümde geride bir hayat değil hayat parçacıkları bırakacağım.

İstemiyorum sevdiğimin adamın omzundaki huzurlu uykuyu. Beni bırakıp gittiğinde kalbimi parçalamaktan başka neye yarar?

Kırılsın, yansın, ölsün her şey!

8 Haziran 2010 Salı

Günlerden Bir Gün

ümit sayın - ben iyiyim


Önceki gece 15 saat çalıştıktan sonra otelden çıktım. Diğer çalışanlardan biri diğerine bi' şey demiş de öbürü de başka bi' şey demiş derken olan bana oldu elbette. Şikayet etmiyorum, kimseye de bir şey söylemedim zaten. Çünkü biliyorum bunun böyle olması benim suçum. Hayat bana hep adil davrandı. O yüzden cehenneme gittiğimde "harlayın ateşi" diyeceğim. "Ben adalet istiyorum."

Babam "işe gidip gelirken yürü, zayıfla biraz" diyor. Bir de "iş yerinde sana haksızlık yapılmasına izin verme, sen çalışmak zorunda değilsin. Sen bana yük değilsin" diyor babam. Babam çocuğunu korumaya çalışan olağan bir baba. Fakat babam bilmiyor ki ben ona yüküm, yedi milyar nüfusu olan dünyada yeryüzüne, bastığı toprağa yük olan da bir benim. Bütün evlerin, bütün hayatların, bütün sokakların fazlası bir tek benim.

"On beş saat çalıştım bugün, bir dondurmayı hak ettim" dedim. Algida kalbini gördüğüm ilk dükkana girdim. "Hanımfendiye bakın" deyince biri dükkandaki üç çalışan birden geldi yanıma.

- Kasede dondurmanız yok mu?
- Maalesef, ama bakın bunlarda bir alınca ikincisi bedava.
- Tamam biraz kiloluyum da o kadar değil.

Güldürdüm adamı. Sonra o bedavalı dondurmadan aldım bir tane. Ufak bir çırak var. Ona verdim bedavasını. İyi bir insan olduğumdan değil. Öyle gerektiğinden.

Yürüdüm. Yürüdüm. Bir sürü şey düşündüm yürürken. Diğer gecelerden farklı hale getirmedi hiçbir fikrim o geceyi. Yürüdüm yine de. Yürüyüp bir yere varmam ya da olduğum yerde kalmam bir şeyleri değiştirecekmiş gibi yürüdüm.

Eve vardım sonra. Babaannem uyumayıp beni beklemişti her gece yaptığı gibi. Ben de her gece yaptığım gibi "naber kanka" dedim ona. "İyiyim kuzum sen nasılsın?"

"iyiyim" dedim.

İyiydim.

1 Haziran 2010 Salı

"kaşınızı kim aldı?"

Annen aldı!

Sana ne hacı sana ne?

Gittim bugün çıkan kaşlarımı toplatmaya, zaten karıya ayrı bi ayar oldum, hani neden deseniz net bi sebebi yok; ayar oldum ben de bilmiyorum. Böyle bi kaba, görgüsüz, işten anlamaz imajı çizdi gözümde. Kaşımı yolduğu süre boyunca da gittikçe battı. Ama o soruya gelince tümden tepem attı; "kaşınızı kim aldı" nabıcan sen nabıcan? Gidip o kuaförü bulup "kaş böyle alınmaz" mı diyeceksin? Gidip kavga mı çıkaracaksın "vay sen nasıl böyle kaş alırsın" diye? Amacın ne? Eğer yanlış aldıysa düzeltirsin olur biter!

Ağzına bi' tane ekleştiresim geldi.

31 Mayıs 2010 Pazartesi

İhtimal

110-Hep Beni Sevsen

- Çok sevecek misin beni?
- Öyle görünüyor...
- Ne kadar çok? İstiklal Caddesi kadar mı mesela?
- İstiklal Caddesi'nin kalabalığı kadar...

Bazen her şeyi ağlaya ağlaya anlatasım geliyor. Beni kimse sevmedi. Babam beni sevmedi, terk etti. O fiziksel olarak terk etti beni. Annem beni sevmedi, hep yanımdaydı ama her dakika hissettirdi beni ne kadar sevmediğini. Her gün yanımdaydı ama hiç yoktu. İşte insan anne babasından ne görürse onu yaparmış ya, ben de kendimi sevmedim. Her yerin fazlalığıydım ben. Kimsenin bir şeyi olamadım. Yapamadım.

Ben hiç mutlu aile görmedim. Bunun olamayacağına o kadar inanıyorum ki neye benzeyebileceğini hayal dahi edemiyorum. Bir gün evlenecek olursam kesin boşanırım, bir çocuğum olursa tek yapabileceğim annemin bana yaptığı gibi onu hayatından bezdirmek olur, kocam benden kaçar...

Ben seviştikten sonraki sabah "şimdi biz sevgili miyiz" diye soran kadın olmadım hiç. Kimseyle evlilik hayalleri kurmadım. Hayatımdaki erkekler duraklar gibiydi, kısa süre durup sonra yoluma devam ettim. Her sevgilimi çıldırtıp illa hesabın yarısını ödemeye çalışmam bile bundan. Hayatı paylaşmak falan değil bu, gittiğinde on(lar)a borçlu kalmamak için bütün çabam.

Hiç mi omzuna kafamı koyup uyuduğum adam olmadı? Oldu elbet. Bölük pörçük-huzursuz uykular. Ben hiçbirine güvenmedim. Annem, babam, sevgililerim, en yakın dostlarım... Her an gidecekleri hissiyle yaşadım.

O yüzden dünyalar tatlısı bir adam gelip de bana bir gelecek hayali verince "hadi" deyip dalamıyorum onun "Harikalar Diyarı"na. Her lafı kalbimi bir kere daha çalıyor. Her gün bana biraz daha güven veriyor. Ama ya o da giderse hepsi gibi? O çok sevdiğini söylediği gülümsemem yüzünden dudak kenarlarım erkenden kırışacak, o kırışıklıkların ortaya çıkmasıyla ya sevgisi biterse bana? Bana çok yakıştırdığı taytım bir gün gözünü tırmalamaya başlarsa... Onu güldürdüğümü söylemişti bana. Halbuki ben depresifler prensesiyim. Karanlık yerlerini gördüğünde ruhumun sıkılırsa benden...

İlk defa bu kadar yakınım bütün mantığımı olduğu yere gömüp gidivermeye bir adamın peşinden. Eli sırtımda gezinsin, saçlarımı dağıtsın, ben omzunda uyuyayım, iki çocuğumuz olsun. Yaşlı bir çift görmüştüm bir gün sahilde; adam karısının ayağını seviyordu, sonra da öptü şefkatle. Gülümsedim onlara ve biliyordum, böyle şeyler benim başıma gelmezdi.

Gelir miydi?

Gelir mi?

28 Mayıs 2010 Cuma

"enjoy the ride"

* ilhan şeşen - gördüğüme sevindim

Arabadayız. Akşam olmuş. Bütün kendinden eminliğiyle radyoyu açıyor. İlki değil... Ama ikincisi güzel.

- Aaa, sesini açabilir miyiz?*
- Tabii açarız.

Yüksek sesle müzik dinlemeyi sevmediğimi "henüz" bilmiyor. Onun açtığı sesi biraz kısıyorum. Sonra şarkıyı mırıldanmaya başlıyor.

(- Peki ne tarz müzikler dinliyor?
- Bilmiyorum.
- Bilmiyor musun?)

Aynı şarkıyı bilmemiz, dahası beraberce mırıldanacak kadar bilmemiz beni sevindiriyor. Evet hâlâ ne tarz müzikler dinlediğini bilmiyorum ama bizim artık bir şarkımız var...

Gözünde gözlükleri var. Bir de elinde sigara. Ona bakıyorum, gözlüğü ve sigarası ona olgun bir hava katıyor. İçimde bir an için sanki onunla uzun yıllar geçirebilirmişim gibi bir his uyanıyor. Sanki bir on yıl atlıyoruz, sanki bir dost ziyaretinden beraberce evimize dönüyoruz, sanki birbirimizi çok iyi tanıyoruz.

Etrafta gördükleriyle alakalı yorumlar yapıyor. Ben yine çok miktarda gülüyorum.

-Senin var mı "gönül yaran"?
Sanki bundan iki sene önce aşk acısından sürünen, halıların üstünde ağlayan ben değilmişim gibi elimi sallayıp "ne alakası var" anlamına gelecek bir hareket yapıyorum. Bu sefer de ben onu güldürüyorum.

(- E madem hoşlanıyorsun seni davet ettiğinde niye gitmedin?
- Ya böyle hemen kabul ediyormuşum gibi olmasın dedim.
- Haa anladım işleri ağırdan almak istiyorsun...
- Hayır hayır, işlere müdahale etmemek istiyorum daha ziyade. Ne ağırlaştırmak ne hızlandırmak... Şu an mutluyum, bu böyle kalsın istiyorum...)

İneceğim yere yaklaştığımızda emniyet kemerimi çıkarıyorum ve üzülüyorum. Vedalaşıveriyoruz hızlıca. Her seferinde olduğu gibi bu kez de vedalaşırken başka bir şeyler daha söylemiş olmam gerekirdi diye düşünüyorum.

Özetle bu aralar manasız bir biçimde gülümseyip duruyorum. Chantelle'in bir şeyler anlatırken birden anlattığı şeyi yarıda kesip "heeey, are you there" demesine sebep olacak derecede dalıp dalıp gidiyorum. İyi hissediyorum...

25 Mayıs 2010 Salı

uykusuz. rüyasız. masalsız.

prensesin uykusuyum-redd

Bugün düşündüm de, hiç olmayacak hayatım. Hiç yaşayamayacağım.

Senin olmadığın bir gece. Ben aynen böyle üzerime kalın bir şal almışım, uyuyakalmışım. Kulağımda kulaklıklarım. Dinlediğim şarkı biteli çok olmuş. Saçlarım iyice uzamış o zaman, yine böyle dağılmış. (Evde saçımı toplamaktan hoşlanmam, bilirsin.) Sen gelirsin sonra, eskiden bir gün yaptığın gibi omzumu tutup dağınık saçlarımdan öpünce ben uyanırım. Uyandığımda sesimi yitiririm ya ben. Bir şeyler homurdanırım uyku sersemi. Sonra uzanırız yatağa, benim omzumda sen çeneni koy diye yapılmış o boşluk var ya hani, senin kolunda da ben rahat uyuyayım diye yapılmış bir çıkıntı var. "Sarıl bakalım" dersin sen "birkaç hafta sonra havalar ısınınca kaçacaksın benden." Yazın da hiç sevişilmiyor hakikaten...

Sonra ben en huzurlu uykuyu uyurum senin omzunda. Sonra uyanırız. Sanki hiç birlikte uyumamışız gibi uyanırız.

Ne ben o saf çocuğum artık, huzurlu uykulara dalabilecek. Ne de sen o güçlü adamsın, beni omzunda uyutabilecek.

It was just a dream.

20 Mayıs 2010 Perşembe

evlenilecek erkekler var, eğlenilecek erkekler var

Kendi pasta dilimimi bitirip elimde çatal onunkini süzdüğümü fark ettiğinde "ben yemek yemeye çıktığımızda salata yiyen kızlardan nefret ediyorum, al benim pastamı da ye al al" diyen, bana mütemadiyen çikolata taşıyan Okan, "namusum ol, her şeyim ol, seni istiyorum" gibi kafamı duvarlara vurmama vesile olacak laflar eden Mehmet ve beni ilk gördüğü yaz akşamı tesadüfen bana açmış olduğu kapıda bana bakıp kalan, aynı akşam "seni kapıda gördüğümde nasıl kitlendiğimi fark ettin mi, bence kadın senin gibi olur" diyen Harun ismindeki adaylarımızdan elbette ki "d- hiçbiri"ni seçip "ben beyaz atlı prensimi arıyorum bebişim, sizinle zaman kaybedemem, Umut Sarıkaya ile evlenip asla böyle iltifatlar duymayacağım bir hayat yaşayacağım" diyorum. Dün gece Syd'ciğim sordu "Jude Law?" hayır bebeğims dedim, Jude Law vs Umut Sarıkaya'da Umut'u, Nejat İşler vs Olgun Şimşek'te Olgun Şimşek'i seçecek bi bünyem var. Neden? Ben de bilemiyorum. Karizmadan yıkılan erkek modeline kılım. İnsan olun lan!

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Devam

Birkaç hafta önce KJB'min gönderdiği bu blogun açılmasına da vesile olan mesaj. Ben çok eğlendim okurken, sizinle de paylaşmak istedim:

"afidirsing ama şu skiş skuş hikayelerine bi ara ver de, biraz insan gibi neler yaşadığını anlat artık lan , şurama kadar geldi. özledik olum seni de, bastın gittin resmen a.'ya napıyosun ne ediyosun merak içindeyiz. ha merak içindeyiz de kılımızı kıpırdatıyomuyuz hayır tabi ki, zira biliyoruz ki yatak odası canlıysa hayattasın filan. gerçi yatakta ölü gibiymişin diyollaaaa! haushauahsuahaush çok özledim lan.

sen demiştin ki bi keresinde ben şu tolga ibnesine bukadar aşığım bi sayfa yazı yazamadım adama oturup da diye. tereciden aldığımı tereciye satarak hoooooooooooop primin de allaını yapıyorum tabi ki. sana tabi ki hiçbişey yazmadım o arada ama takibindeyim bebeğim. aramıza tekrardan hoşgeldin. huysuz ve tatlı kadın. ayrıca ince dudaklı güzel burunlu hentai memeli kadın. yüzün de nuri iyem in kadınları gibiymiş ha bu resimde!"

18 Mayıs 2010 Salı

hafifim, hafifsin, hafif... ya da "nejat dur"

"Fakat daha sonra, hafif kadınlara öz, iç çamaşırları başlıyordu."

(Paris Yıldızı, Emile Zola, s. 469)

Yok konumuz üç aydır Paris Yıldızı'nı bitirememiş olmam değil. Ki gördüğünüz üzere kalmış şurda bi 30 sayfam, bitti bitecek. Konumuz o "hafif kadınlara öz" kısmıdır şu üstte gördüğünüz cümlenin. Daha sonraki sayfada ise bu çamaşırlardan neyi kastettiğini öğreniyoruz. Tabii ben ne bekliyorum içten içe işte efendim jartiyerler, kırbaçlar, tangalar (Emile'nin anlattığı o yıllarda sanki tanga var da), nebleyim çanlı donlar havada uçuşsun. Ama meğer neymiş "ince işlemeli çamaşırlar, kolluklar ve beyaz kravatlardan tutun da, boyun atkıları ve beyaz yakalara kadar bir sürü değişik fantezi..." Baya fantastikmiş hakikaten!

Dahası diyelim ki hakikaten kırbaçtan bahsediyor olalım, hemen bi kırbaçla hafif kadın mı olduk lan! Belki ben kocama yapıyorum Emile ne biliyorsun?

İşte tabii işin aslı ne, kimse zamanında emile'yi kırbaçlamadığı jartiyerlere boğmadığı için adam gitmiş o uzun gecelerde oturmuş roman yazmış, dünyaca ünlü edebiyatçı olmuş. Ben ne yapıyorum; jartiyerli fantezilerimle anca blog dolduruyorum. Blogu okuyan da her gece Nejat'layım sanacak. Halbuki pübis kemiğimle yanlarım arasında sıkışmış cinsel hayatım...

(Nejat derken, "Nejat İşler / İçime işler"den bahsediyorum.)

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Huzur

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın kitabı olan Huzur'dan bahsediyorum, yoksa kendim 1 gram huzurlu değilim.

Lise 2'deyiz. ben o zamanlar dershanedeki Türkçe hocama aşığım. Hh bak yine aklıma geldi, Sinan Hoca dağ gibi adamdı. O da herhalde benim durumumun farkında olduğundan hoş tutardı beni, yok kalemini verirdi, derste vereceği örnek cümlelerde benim adımı kullanırdı, bir de işte kitap tavsiye etmişti. Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur.

"Oku o kitabı ama şimdi anlayabileceğini sanmıyorum" demişti. Koşup gittim buldum ve okudum tabii ki. Gerçekten ben de şu an bilemiyorum o kitabı o zaman okuduğumda ne kadar anlamışım, emin değilim.

Derken Haftalık dergisinin 3. yaş özel sayısında bir cümle karşıma çıktı. Huzur'dan. Çok güzel bir cümleydi fakat ben o sayıyı gözümden sakınırken bir şekilde kaybettim. Neyse efendim gel zaman git zaman ben gidip Dost Kitabevi'nde sayfa sayfa Huzur'u mu incelemedim, o cümleyi mi aramadım derken tekneolojinin nimetleri sayesinde buldum o çok güzel cümleyi, tekrar kaybetmemek için de buraya yazıvereyim. Hem de hissiyatıma uygun düştü...

"Biliyorum, dedi. Yeni bir hayat lazım. Belki bundan sana ben daha evvel bahsettim. Fakat sıçrayabilmek, ufuk değiştirmek için dahi bir yere basmak lazım. Bir hüviyet lazım."

Ya işte böyle sevgili günlük. Kim olduğunu bilmediğin zaman başka biri olmak da imkansızlaşıyor. Hindistan'a mı gideyim, yoga mı yapayım, nerlerde bulayım kendimi bilemiyorum.