31 Temmuz 2010 Cumartesi

ses

redd - falan filan

Bugün bir arkadaşımla konuşuyoruz, bana bir çırpıda gelecek on senede neler yapacağını nerelerde olacağını anlattı. Kalkıp Avustralya'ya gittiği gibi bana anlattığı diğer yerlere de gidecek, söylediklerini yapacak. Ne onun ne de benim bundan şüphemiz var.

Benimse üç ay sonra ne yapacağım bile net değil. Hedeflerim, planlarım, listelerim yok. Genişçe bir iç sıkıntım var sadece. Ne yaparsam yapayım içimden gitmeyen...

Bu akşam iki metrelik bir alanda turlar atıp dururken sordum kendime "ne olsaydı şu an içim sıkılmazdı" diye. Bir cevabım yok. İşler iyi gidiyor sıkılıyorum, kötü gidiyor daha beter sıkılıyorum. Bir şeyleri yapmayı "becermiş" olsam bu beni "başarılı bir içi sıkılan insan" yapacak.

Küçükken geldiğimiz tatil beldesindeyim. Küçükken yazları buraya gelmeyi iple çekerdim. Gelirdim denize girerdim, güneşte yanardım, çikolata yerdim, mutlu olurdum. Yine denize gidiyorum, güneşte uzanıyorum, çikolatanın da en pahalısını alıyorum ama hiç mutlu olamıyorum. Sahile can sıkıntımı götürüyorum, can sıkıntımı biraz güneşe tutuyorum, can sıkıntısından şişmiş içim çikolatayı almıyor bile.

Her seferinde "bu kez hiçbir şey düşünmeden denizini güneşin, çikolatanın tadını çıkaracağım" diyorum. Her seferinde durduğum yerde daralıp koşa koşa evime dönüyorum, evde sıkılmak daha kolay.

Diyorlar ki insan kendisinden sıkılırsa kendisini geliştirirmiş daha iyi, başarılı bir birey olurmuş. İçimdeki sıkıntı gitmeyecekse bir şeyler başarmanın anlamı ne?

Ve daha kötüsü da var. Bütün bunların düzelmeyeceğini bile bile, neden? Neden yaşanır, yemek yenilir, çalışılır, tatile gidilir? Zavallı mutluluk halüsinasyonları görmek için değer mi?

Bilemiyorum. Sıkılıp gidiyorum...

25 Temmuz 2010 Pazar

"herkes kendi mezarına girecek"

mor ve ötesi - hayat

Geçen yıl Ramazan ayında kantinde bi' yandan yeşil mercimekli bulgur pilavımı yerken bi' yandan da kantinci amcayla konuşuyorum. İşte oruçtan falan bahsediyoruz. Gece kimse sahura inmemiş, sadece bir odanın ışığı yanmış 4 gibi onu falan anlatıyor. (Tabii ben burda kısmen dehşete düşmedim değil, adam baya bildiğin incelemiş kimin kalkıp kimin kalkmadığını.)

Her neyse dedi ki işte konuşmanın gidişatı içinde "herkesin kendi bileceği iş, herkes kendi mezarına girecek."

Düşündüm de, gerçekten durumu bu açıdan incelersek, hepimiz sonuç itibariyle kendi kendimizle başbaşa kalacağız. Yani nasıl desem, bu sadece günah sevap ekseninde değil. Hani mesela bazen sosyal hayatı kafaya takıyoruz, ne bileyim derstir, okuldur, kariyerdir, carttur curttur. Hepsini geçtiğinde sen kendinden memnunsan, kendinle mutluysan gerisinin ne önemi var?

Hepimiz kendi mezarlarımızda yaşıyoruz zaten. Kimimize her yer cennet, kimimiz sürekli kabir azabında. Ölmeye de gerek yok yani.

Ne bileyim böyle şeyler geçti aklımdan yeşil mercimekleri incelerken...

21 Temmuz 2010 Çarşamba

kayısı

sakin - bu defa

Birinin oradan geçerken tesadüfen attığı bir kayısı çekirdeğinden tesadüfen büyümüş bir kayısı ağacı gibiyim. Burada bulunmamın özel bir nedeni yok. Burada bulunmamı özellikle isteyen biri/leri de yok.

Büyüyüp dallanıyor budaklanıyorum. Zaman geçiyor; kışlar, yazlar, baharlar... Üzerime kar yağıyor, yağmur yağıyor, güneş doğuyor. Kimse meyvelerimi toplayıp evine götürmüyor, reçel yapmıyor, çocuklar dallarıma tırmanmıyor, uzanıp gölgemde dinlenmiyor. Yapayalnız bir kayısı ağacıyım ben. O kadar uzağım ki bütün bunlardan, ne işe yarayabileceğimi ben bile bilmiyorum. Meyvelerim dallarımda çürüyor, zaman sürekli geçiyor ve kar yağıyor.

Kocaman bir dünyadaki işlevsiz bir kayısı ağacıyım ben. Ve o koca dünya ben fotosentez yapsam da yapmasam da dönüp duruyor.

16 Temmuz 2010 Cuma

düşmez

tnk - yine yazı bekleriz

"Sürekli kaçıyorsun" demişti bir arkadaşım bir gün. Evet kaçtım. İşime gelmeyen her şeyi görmezden geldim, dayanamayacağım derecede burnuma kadar geldiklerindeyse kaçtım. Arkamda yıkık dökük hayatımı bırakıp. Bir sürü başka hayatım var benim. Kimse bilmiyor hepsini. Bazılarını ben bile unuttum. Her seferinde inandım bu kez yepyeni en güzel hayatımı kuracağıma. Her seferinde de battım dibine. Hepimiz çok kariyerli çok CEO olmak için gelmedik ya bu hayata! Benim en iyi yaptığım şey de bir boku düzgünce yapamamak olsun. Olsun varsın.

Korkuyorum bir gün kaybedeceğim diye bugünkü korkularımı. Bir yerlerde sabit kalmaktan korkuyorum. Bir adama, bir çocuğa, bir işe sabitlenip kalmaktan korkuyorum. Hareket alanımı kısıtlayacak hiçbir şeyi istemiyorum. Bir adam bana çok aşık olmasın mesela, bana çok aşık olan bir adamı terk edip gidemem ben. Olmasın benim bir çocuğum, beni terk etti annem ve babam. Ben bir çocuğu terk edip ona aynı acıyı yaşatmak istemiyorum. Çok param olmasın benim, o çok parayı kazanabilmek için bir yerlerde sıkışıp kalmak istemiyorum. Sorumluluktan kaçmak mı diyeceksiniz buna, kaçıyorum evet. İzninizle sizin çizdiğiniz çok sorumluluklu hayatı yaşamak istemiyorum.

Kalbimi parçalıyor sahip olamayacağım o sevgili eş, o güzel çocuklar, o büyük pencereli huzurlu ev. Kaçıyorum, bütün bunları kurup bir gün kendi ellerimle hepsini parçalamaktan.

Hayatlarımı terk ederken geride bıraktığım her bir küçük şeyi özledim ben. Herkesi, nefret ettiklerimi bile. Nefret ettiklerimden nefret etmeyi bile özledim.

Her şey bir gün biter. Ben onlar bitmeden, onlardan hızlı davranıp, onları bitirmeye çalışıyorum.

Başlamadan bitecek bütün hayatım.

Öldüğümde geride bir hayat değil hayat parçacıkları bırakacağım.

İstemiyorum sevdiğimin adamın omzundaki huzurlu uykuyu. Beni bırakıp gittiğinde kalbimi parçalamaktan başka neye yarar?

Kırılsın, yansın, ölsün her şey!