8 Şubat 2011 Salı

bir

sakin - bu defa

Okulu birakali iki sene oluyor. Hayatimi oluruna birakali tam dokuz ay. Kendimi onun kollarina birakali uc ay. O beni birakip baskasini bulali bir hafta.

Hayatima cok buyuk anlamlar yukledim hep. 'Biri' olacaktim ben, onemli bir sey. Evde oturup koca beklemeyecektim mesela, annemin sozunu dinlemeyecektim. Kendi hayatimin 'bir bileni'ydim ben. Hep kafamin dikine gidecektim.

Bir gun teyzemlerle oturuyorum. Varolussal boslukla ilk karsilastigim yaz. Benim bir ailem olmadi pek. Babam bile uzak bir akrabamdi, teyzem akrabam sayilmazdi.

Bir suru kadinlar, konusuyorlardi. Ben oradaki varligimdan huzursuzlanip dururken. Ben her yerdeki varligimdan huzursuzdum. O gun bunun teyzemle bir ilgisi oldugunu dusundum. Ben teyzemin evinde, sicak bir yaz gununde, sikintili sikintili oturuyordum iste ozetle.

'Fatma salcasini yapmis, tatile de gitmisler` dedi teyzem. Teyzem icin salcani yapip tatiline gittiysen tamamdi. Salcayi yaptigin gun yaz mevsiminin sezon finali oluyordu.

Dusundum. Ben asla salca yapmayacaktim. Benim cok onemli islerim vardi, salcayi da marketten alivereydik. Bir de salcayla mi ugrasacagimdi.

Sonra dusundum. Cok dusundum ben o yaz. 'Salca yapsam gecer mi acaba icimdeki bu sikinti' dedim. Belki de butun bunlari gozunde buyuten bendim. Salca yaparak da gecer giderdi hayat, hem belki daha mutlu olurdum.

Bugun, haytimin su noktasinda, icinde bulundugum derin huzursuzlukta ben biliyorum ki artik donup salca yapamam. Fakat teyzemler salca yaparken inandigim kadar da inanmiyorum artik dunyayi degistirebilecegime.

Ne biri olabiliyorum, ne oburu. Peki yine de 'biri' olmus sayiliyor muyum ben? Yani hic kimse olamamak da biri olmaktan sayiliyor mu?

Belki de ben, yasamin bir cesit ara formuyumdur.

4 Şubat 2011 Cuma

yol

isin karaca - yetinmeyi bilir misin

Bir arabanin arka koltugundayim. Dizlerimi birbirine yapistirmisim, ellerim dizlerimin uzerinde. Onde oturan iki adam guven veriyor bana, kotu bir sey konusmayacaklarindan cok emin hic dinlemiyorum onlari. Benim gozum gecede. Sehrin disinda bir yerlerdeyiz. Onlar miril miril aralarinda konusurken ben disariya bakiyorum; isiklari yanan binalara, issiz yollara... O issiz yollarda tedirgin tedirgin yurumek istiyorum, korkmak istiyorum. Korkmanin tuhaf bir cekiciligi var. Karanligin, gecenin, gece vakti bir yerlere gitmenin cekiciligi.

Baska bir gece, o yollara benzeyen bir yol. Deli gibi gulup bagiriyorum yanimdaki adama yavas surmesi icin. Ilerleyen zamanlarda birbirimizi gercekten oldurmek isteyecegimizden habersiz `oldureceksin beni` deyip kahkahalarla guluyorum. Yavaslamiyor, muzigin sesini aciyor. Pencereleri aciyoruz, ruzgar... Sacim agzima gozume giriyor. O gunlerde hep cok hizli suruyoruz.

Bir gece bir buyuk bavula butun hayatimizi koyup baska bir sehire gidiyoruz annemle. Annem ozgur bir kadin olsun diye baska sehirlere goturdugu kizinin gun gelip o ozgurlukle kendisini birakip gideceginden habersiz. Ben cok seviyorum trenle seyahat etmeyi. Sonraki seneler hep trenle oradan oraya giderek geciyor. Ilk ozgur yolculuklarim, hayaller kurup yola cikmalarim, hayal kirikliklarim...

En sevdigim kucuk kasabanin bilmedigim bir caddesinde sakin sakin gidiyoruz. Yanimdaki adama hic guvenmiyorum. Yanimdaki adamin yaninda olmak istemiyorum. Ama yolda olmak guzel, gece guzel, o kasabanin turuncu isiklari cok guzel. Hava olmamasi gerektigi kadar sicak. Yolun sonunda o adamla ilgili bir suru soru isareti var. Ama gururuma yedirip geri donemiyorum. Ben cesurum ya hani, butun soru isaretlerinin pesinden kosarim ya hani, geceyi severim, korkmayi severim ya. Gidiyoruz. Hicbir sey olmuyor. Hicbir sey. O gunlerde hicbir sey olmuyor hayatta. Hayat duruyor. Aylarca sicak bir havada asili kalmis bir hayat. Sicaktan uzayip sunen gunler; gecmeyen, akmayan zaman.

Bir keresinde de babam suruyor arabayi. Hepsinden daha hizli. Cok uzak bir yerlere goturuyor beni. Babam neredeyse orada mutlu olurum ya ben, o cok mutlu yerlere goturuyor beni. Benim en sevdigim sarkilarin oldugu bir kaset dinliyoruz. Babam sevdigim sarkilardan beni tanimaya calisiyor. Hep soruyor. Beni en cok babam tanimiyor.

Dunyanin en guzel sarkisini dinliyoruz bir gun bir arabada. Yanimda arabayi suren gozluklu adam bilmiyor hic o sarkinin bizim sarkimiz oldugunu... Ben bir gelecek hayali kuruyorum o adamla. Hic olmayacak bir hayatimizin detayli planlari.

Hep bir yerlere gidiyorum, bir yerlerde hayatimin parcalarini birakarak dagila dagila buyuyorum. Ben hep yoldayim. Her durmaya niyetlendigimde yikilip dokuluyor dunya. Mutlu sonumun yazilacagi o sehre varmak icin hep gidiyorum. Iste bu benim hic gerceklesmeyecek hayatim.

Enjoy the ride.

2 Ekim 2010 Cumartesi

kayıp

teoman - istanbul'da sonbahar

Galatasaray Lisesi'nin yanından aşağı doğru salayım kendimi. Kış olsun yine, inatla giydiğim elbisemin altında bacaklarım titresin. Nejat İşler'in dükkanının önünden geçerken Genel Ahlaksız'la yaptığımız bütün Nejat İşler geyikleri gelsin aklıma güleyim. Hani biraz aşağıda bir bar var, insanlar içine sığmaz dışına taşar o barın, onu geçeyim ilk sola döneyim. Fransız Sokağı'nın merdivenlerinden hoplaya zıplaya ineyim, sanki mutlu ve neşeliymişim gibi. Fransız Sokağı'ndaki o evlerden birinde oturmanın ne kadar gürültülü bir şey olabileceğini hayal etmeye çalışayım.

Fransız Sokağı'ndan sonra sola dön. Marketi geç, işte o bina. Şifreyle açılan tanıdığım tek kapı. Merdivenleri tırman, deli komşu kadının bir üstündeki daire.

O loş evimi özlüyorum ben bugün. O evde yalnız kaldığım tüm zamanları. İnsanların o eve dolduğu geceleri. İstemediğim birilerinin evime geldiği ve istediğim birilerinin evime gelmediği akşamları. Gülmekten çatladığımız gecelerde kalorifer demirlerine vuran komşuları. Her ay başı kirayı nasıl ödeyeceğiz diye götümüzün tutuşmasını. Eve gelen insanlara "lan ekmekle kola da alın gelirken gözünüzü seveyim" demeyi. Canım sıkılınca İstiklal'e çıkıp kafamda hüzünlü klipler çekmeyi. İstanbul'un her hayali kurma imkanı veren karmaşasını.

Yüryebileceğim tek bir caddesi, ne kadar kaçsam aynı yola varacak sokakları olan bu şehirden bütün karışıklığı, gürültüsü ve zorluklarıyla beni sıkıştırabilecek İstanbul'da yorulabileceğimden çok daha fazla yoruldum ben.

15 Eylül 2010 Çarşamba

geçer

sakin - ikarus başarsa

Perihan Mağden başlığını unuttuğum bir yazısında başarı ile sabit olmak arasında bir bağ kuruyordu. Başarılı olabilmek tekdüzeliği gerektiriyor zira. Bir işte kariyerin olmasını istiyorsan o işi senelerce aynı ofiste bir gün olsun sektirmeden yapman lazım. Her gün aynı saatte kalkılacak, yatılacak, yemek yenilecek, sağlığa dikkat edilecek... "Lan ben biraz bırakayım bir gezinip geleyim" diyemezsin. Döndüğünde hiçbir şeyi aynı bulamazsın çünkü.

Ben bundan bahsetmeyecektim bir saniye.. Ben size saçlarımdan bahsedecektim.. Ne kadar zorluyorum kendimi bir bilseniz; saçlarımı kestirmemek için, boyatmamak için. Bu işten, evden, şehirden, dünyadan; yaşadığım bütün bu hayattan kaçıp gitmemek için ne kadar zoluyorum. Ve işin kötüsü, başarılı olmak gibi bir amacım da yok. Sırf hayatta kalmak için sıkışıp kaldığım bombok hayatım. Aylardır her şeyi sabitledim. Aynı işe aynı saatte gidiyorum, her gece aynı evde uykuya dalıyorum, saçımın rengi aynı, görüştüğüm insanlar, gittiğim yerler... Her şey sabit.

"Öldürücü Tekdüze"

O kadar yorgunum ki hayatımı yaşamaktan, uyumadan önce hayal bile kuramıyorum artık. Kafamı yastığa koyduğum anda uyuyakalıyorum. Belki hayal kurabilsem kaçıp gideceğim. Başka güzel bir ülkenin hayalini bir an olsun kurabilsem, hiç çekinmeden yıkıp gideceğim.

Bugüne kadar yıktıklarımı yeniden kurabilmek için her şeyi sabitledim ben aylar önce. En boktan sahneye geldiğimde durdurdum hayatımı. Şimdi aynı kötü görüntüye bakıp duruyorum.

Her şey kafasının dikine gidenleri yola getirmek için planlanmış sanki. "Tamam sizin olsun mutlu hayatlarınız, kariyerleriniz, beyaz mobilyalı evleriniz" diyemiyorsun. Rahatça başarısız bile olamıyorsun. Kakıyorlar kafana kişisel gelişim tırıvırılarını! Ferrarisini Satan Bilge olman için önce o Ferrari'yi satın alabilmen gerekiyor.

Saçlarımı en son ne zaman taradığımı hatırlamıyorum. Her gün eve gelip, tadını tuzunu alamadığım yemekleri yiyorum. Uyuyorum, uyanıp saçlarımı topluyorum ve çıkıyorum. Sırf sussunlar biraz olsun diye. Sırf karışmasınlar diye. Alın size aylardır aynı işte çalıştığım, sağlıklı beslendiğim, dağıtıp dökmediğim bombok hayatım! Yeter ki beni biraz olsun rahat bırakın.

Bokun dibine vurduğumda;

"birden susarsa bütün yenilgiler,
tekil hayatlar da bir gün devrim yapar ya."

31 Temmuz 2010 Cumartesi

ses

redd - falan filan

Bugün bir arkadaşımla konuşuyoruz, bana bir çırpıda gelecek on senede neler yapacağını nerelerde olacağını anlattı. Kalkıp Avustralya'ya gittiği gibi bana anlattığı diğer yerlere de gidecek, söylediklerini yapacak. Ne onun ne de benim bundan şüphemiz var.

Benimse üç ay sonra ne yapacağım bile net değil. Hedeflerim, planlarım, listelerim yok. Genişçe bir iç sıkıntım var sadece. Ne yaparsam yapayım içimden gitmeyen...

Bu akşam iki metrelik bir alanda turlar atıp dururken sordum kendime "ne olsaydı şu an içim sıkılmazdı" diye. Bir cevabım yok. İşler iyi gidiyor sıkılıyorum, kötü gidiyor daha beter sıkılıyorum. Bir şeyleri yapmayı "becermiş" olsam bu beni "başarılı bir içi sıkılan insan" yapacak.

Küçükken geldiğimiz tatil beldesindeyim. Küçükken yazları buraya gelmeyi iple çekerdim. Gelirdim denize girerdim, güneşte yanardım, çikolata yerdim, mutlu olurdum. Yine denize gidiyorum, güneşte uzanıyorum, çikolatanın da en pahalısını alıyorum ama hiç mutlu olamıyorum. Sahile can sıkıntımı götürüyorum, can sıkıntımı biraz güneşe tutuyorum, can sıkıntısından şişmiş içim çikolatayı almıyor bile.

Her seferinde "bu kez hiçbir şey düşünmeden denizini güneşin, çikolatanın tadını çıkaracağım" diyorum. Her seferinde durduğum yerde daralıp koşa koşa evime dönüyorum, evde sıkılmak daha kolay.

Diyorlar ki insan kendisinden sıkılırsa kendisini geliştirirmiş daha iyi, başarılı bir birey olurmuş. İçimdeki sıkıntı gitmeyecekse bir şeyler başarmanın anlamı ne?

Ve daha kötüsü da var. Bütün bunların düzelmeyeceğini bile bile, neden? Neden yaşanır, yemek yenilir, çalışılır, tatile gidilir? Zavallı mutluluk halüsinasyonları görmek için değer mi?

Bilemiyorum. Sıkılıp gidiyorum...

25 Temmuz 2010 Pazar

"herkes kendi mezarına girecek"

mor ve ötesi - hayat

Geçen yıl Ramazan ayında kantinde bi' yandan yeşil mercimekli bulgur pilavımı yerken bi' yandan da kantinci amcayla konuşuyorum. İşte oruçtan falan bahsediyoruz. Gece kimse sahura inmemiş, sadece bir odanın ışığı yanmış 4 gibi onu falan anlatıyor. (Tabii ben burda kısmen dehşete düşmedim değil, adam baya bildiğin incelemiş kimin kalkıp kimin kalkmadığını.)

Her neyse dedi ki işte konuşmanın gidişatı içinde "herkesin kendi bileceği iş, herkes kendi mezarına girecek."

Düşündüm de, gerçekten durumu bu açıdan incelersek, hepimiz sonuç itibariyle kendi kendimizle başbaşa kalacağız. Yani nasıl desem, bu sadece günah sevap ekseninde değil. Hani mesela bazen sosyal hayatı kafaya takıyoruz, ne bileyim derstir, okuldur, kariyerdir, carttur curttur. Hepsini geçtiğinde sen kendinden memnunsan, kendinle mutluysan gerisinin ne önemi var?

Hepimiz kendi mezarlarımızda yaşıyoruz zaten. Kimimize her yer cennet, kimimiz sürekli kabir azabında. Ölmeye de gerek yok yani.

Ne bileyim böyle şeyler geçti aklımdan yeşil mercimekleri incelerken...

21 Temmuz 2010 Çarşamba

kayısı

sakin - bu defa

Birinin oradan geçerken tesadüfen attığı bir kayısı çekirdeğinden tesadüfen büyümüş bir kayısı ağacı gibiyim. Burada bulunmamın özel bir nedeni yok. Burada bulunmamı özellikle isteyen biri/leri de yok.

Büyüyüp dallanıyor budaklanıyorum. Zaman geçiyor; kışlar, yazlar, baharlar... Üzerime kar yağıyor, yağmur yağıyor, güneş doğuyor. Kimse meyvelerimi toplayıp evine götürmüyor, reçel yapmıyor, çocuklar dallarıma tırmanmıyor, uzanıp gölgemde dinlenmiyor. Yapayalnız bir kayısı ağacıyım ben. O kadar uzağım ki bütün bunlardan, ne işe yarayabileceğimi ben bile bilmiyorum. Meyvelerim dallarımda çürüyor, zaman sürekli geçiyor ve kar yağıyor.

Kocaman bir dünyadaki işlevsiz bir kayısı ağacıyım ben. Ve o koca dünya ben fotosentez yapsam da yapmasam da dönüp duruyor.